3 Aralık 2010 Cuma

Çocuk Edebiyatı Kitapları…Onlarsız olmaz


Yıllardır ablam ve benim çocukluk kitaplarımızı özenle saklıyordum. Şu Altın Masallar kitaplarını..Her biri çocuk edebiyatı klasiklerinden olan, ciltli, saman kağıda basılmış çocukluğumuzun en kıymetli eşyaları..Ablam çok kitap okur, her hafta yeni bir kitap alır, bir solukta bitirirdi. Annem de bize hediye olarak kitap alır, içine not düşerdi. Doğum günlerimizde de yine kitaplar gelirdi, biz kitap hediye edilince sevinen çocuklardandık.
Annemin taşınmasıyla bu eski kitaplarımız yeniden gün ışığına çıktı…Sıra ortak kitapların paylaşılmasına geldi..Hepsi o kadar değerli, çocukluk anıları ile dolu ki..Senin benim demeden paylaşmışız yıllarca aynı kütüphaneyi.Elime aldığım kitaba ‘hayır bu benim’ diyorum, içinde ‘Ablama sevgilerimle Bahar’ diye yazan , ilkokul yazımla düştüğüm not çıkıyor.
İkimizde elimize aldığımız kitabı paylaşamıyoruz. Bir ara elimizde kitap havaya zıplarken bulduk kendimizi..Kitabı çekiştirmiyoruz ama istediğimiz belirtmek için de yerimizde duramıyor, zıplıyoruz…Yaramaz Kızlar serisini ‘ ama benim kızım var’ diyerek aldım. Tüm Jules Verne kitapları oğlu olan ablamda kaldı.
Geçenlerde bir siteden kitap alışverişi yaparken fark ettim. Kızım doğduktan sonra onun ihtiyaçlarına cevap verebilmek için de sürekli kitaplara başvuruyorum. Tıp kitaplarında her şeyin cevabı var sanmayın J
Hamilelik ve doğuma kadar olan sürede bu konularda hiç kitap okumadım. Doğumdan sonra kolik, meme ucu çatlağı ile ilgili medikal ve tıp dışı ne kadar kitap ,dergi karıştırdım bilemiyorum. İnsan doktor olunca , bazı şeylerin çözümü olmadığını bilince – kolik gibi-  derdini doktor arkadaşlarıyla da paylaşamıyor, benim de elimde bir tek kitaplarım kaldı.
Uyku düzeni oluşturma kitapları, ek besinlere geçtiğimizde –İngiltere’de diet ve beslenme üzerine eğitim almama rağmen yeni çıkan kitaplar- beslenme kitapları,  işe başlayan anne kitapları, Montessori eğitim kitapları, her gün için ayrı oyunlar bulmaya yarayan kitaplar….Ne konuda sıkışsam onun kitapları…
Bu hafta sonu bir alışveriş merkezine gittiğimizde kızım ‘Kütüphaneye’ gitmek istediğini söyledi. Kitapçıları kütüphane sanması hem hoşuma gitti, hem de bizim çocukluğumuzdaki halk kütüphanelerinin ne halde olduğunu düşündürdü bana.
Zaman çabuk geçiyormuş demek. Otuz yıllık kitaplarım bugüne dek geldiler.
Dileğim canım yeğenimin ve kızımın da aynı kitaplardan, aynı zevki alarak okumaları.
Bu aralar ne okuyorsunuz diye sorarsanız, eğitim kitaplarının yanı sıra (tıp kitaplarını saymıyorum bile onlar mesleğimin parçası ) bugün Aziz Nesin ‘in ‘Ben de Çocuktum’ kitabını okuyacağım. Geçenlerde Matilda diye bir kitap okudum. Yazarı Roald Dahl’ı yeni öğrendiğim için hayıflandım. Sırada Pal Sokağı Çocukları var.
Yaşasın çocuk edebiyatı kitapları…
Önerilerinizi bekliyorum J

11 Kasım 2010 Perşembe

Bebeklere ve Çocuklara Biraz Saygı Lütfen

Ne zaman bebek arabalı bir kadın görsem, ne zaman yardıma ihtiyacı olsa, etraftaki insanlar yanlarından adeta kaçarcasına uzaklaşıyor. Otobüste kucağında çocuk olan kadına, cezalı muamelesi yapılıyor, ‘çocukla sokağa çıkarsan, al sana, ayakta kal da gör’ der gibi, yer verilmiyor.
Bunların hepsini ben de yaşadım ama hiç çekinmeden yardım da istedim, yer de istedim…
Vermeyen , yardım etmeyen utansın.
Ama havaalanında sıra beklerken ağlayan, çırpınan çocuklara dayanamıyorum. Annelerinin aklından hiç en öne geçmek gelmiyor. Bu sadece Türkiye’de var.
24 Ekim’de Antalya’dan İstanbul’a dönüyorum. Pediatri kongresi dönüşü..Benim arkamda sırada bekleyen kucağında 1 yaşında bir bebeğiyle bir anne..Havaalanının giriş kapısındaki kontrol için sıra beklemekte. Anne elinde bebeğin çantası, çekmeye çalıştığı bavulu ve kucağından kaymaya çalışan bebeği ile adeta çırpınıyor. Etrafındaki insanlar –ki o hafta sonu Antalya’da iki tane büyük tıp kongresi olduğundan doktor olma olasılığı yüksek kişiler – arasında sanki görünmezler. Kimse yardım önermiyor…Bavulumu sırada bıraktım, sıranın arkasında bekleyen kadının yanına gittim, yardım etmek istediğimi söyledim. Kadın inanamadı, ‘Nasıl?’ der gibi baktı..Bavulunu aldım, beni takip edin lütfen diyerek, kadını güvenlik kontrolünün yapıldığı kapıya getirip eşyalarını X ray cihazına yerleştirdim...Sırasını aldığım bey yüzüme baktığında ‘Bebeği olan bir anneye yardım ediyoruz’ deyip bavulumun yanına döndüm.
Biraz sonra güvenlik kontrolünden geçtikten sonra Check-in kuyruğunda bizim bebek ve anne yine en sonda sıra bekliyor.   Aynı şeyi yine yaptım. Gidip sıranın en önüne onları bıraktım.
29 Ekim’de kızımla beraber yurtdışına gitmek için uçak kapısındaki son kontrole biraz geç kaldık. Arkamızda birkaç insan olmasına rağmen, bebek arabamızın katlanıp açılması gerekliliğini düşünerek, bizi acele etmemiz için uyardılar. Zaten elimizden geldiğince hızlı hareket ederken, bebek arabası ve elinde kızımın çantası olan eşime yardım etmeleri halinde daha hızlı hareket edeceğimizi söylediğimde,  bu durumun onları hiç ilgilendirmediğini belirten kaba bir cevap verdiler (Aslında bu durumu THY yer hizmetlerine şikayet etmem gerekirdi)
Yurdışında yaşadığım sürede ve seyahatlerimde hep bebeklere öncelik verildiğine şahit oluyorum. İstanbul’dan bu şekilde ayrıldıktan sonra, sanki bu ‘farklılığı’ gözüme sokarcasına olan olayı da sizle paylaşmak isterim. 1 Kasım’da Berlin havaalanında İstanbul uçağına binmek için beklerken, henüz yolcular uçağa çağırılmadan bir Alman görevli (uçak şirketi yine THY ama yer hizmetleri ve insanların mentaliteleri farklı) bebek arabası olan ailelerin yanına gelip, arabalarını katlayıp, arabaları aldı ve bizleri sıranın en önüne götürdü..İşte budur, insana , çocuklara saygı…

Bu toplumun çocukları sevdiğine, onlara değer verdiğine ne yazık ki inanmıyorum. Kimse kendi çocuğundan başka çocukları sevmiyor, değer vermiyor.
Bir Çocuk Doktoru olarak üzülüyorum L

13 Ekim 2010 Çarşamba

MAVİ SANDALYEM

Herkesin gönülden bağlı olduğu , onsuz yapamam dediği eşyaları vardır…
Benim bir sandalyem var…
Önce onun hayalini kurmuştum. Mavi ve çok rahat olacaktı…Bürosit’in başbayiine gitmiştik annemle..
1994 yılında bir sonbahar akşamı, ne zamandır  para biriktirdiğim çalışma sandalyesini almayı başarmıştım. Arabama yerleştiklerinde keyfim o kadar yerindeydi ki, kırmızı ışıkta durduğumda arabama yaklaşan dilenciye öğrenci halimle güzel bir para verdiğimi hatırlıyorum.
Çalışma masama onu yaklaştırıp, üzerinde hiç sıkılmadan, çok uzun saatler ders çalıştım. Ama gerçekten çok uzun saatler…Şöyle anlatayım, tıp öğrenimim boyunca düzenli her gece…Sonrasında tıpta uzmanlık sınavına 6 ay boyunca her gün minimum 12 saat…TUS a öylesine kesintisiz ve uzun çalışma saatleri ile hazırlanmıştım ki, annem bana acıyarak  ‘kuluçkaya yatsan altından yavrular çoktan çıkardı’ yorumunu yapmıştı.  Sonrasında Çocuk ihtisasımı yine onunla kazandım…29 yaşında saatlerce ders çalışırken annem artık itiraf etti, ‘  seni bu masa yanında  , bu sandalye üzerinde görmek istemiyorum’..Artık annem acımadan, can sıkıntısına doğru yol almıştı.İhtisasım bitince evlendim, Londra’ya gelin olarak giderken yanımda sadece sandalyemi götürdüm..Büyük bir karton kutuya iki parça halinde yerleştirdim. Yeni çalışma odamı ona göre mavi olarak düzenledim. Benim için sandalyemin üzerinde geçen her  an, karlı geçirdiğim zaman olmuştur..Ya kitap okudum, ya bir şeyler yazdım, ya da meslek sahibi oldum..
Londra’dan döndüğünde bir şeyler değişmişti sandalyemde..Amortisörü o kadar iyi çalışmıyordu. Eskiyen yüzü, artık popomun ve sırtımın şeklini alan iç döşemesi ise bir bakım gerektirdiğini anlatıyordu. Bu arada kızım da kucağımda, biz üzerinde Başasistanlık sınavını kazandık. 2010, 15 eylül gece 1’de üzerinde kitap okurken, amortisörü içinden yere düşerek, beni üzerinden düşürmemeye çalışarak son noktayı koydu…Onca yılın yorgunluğu, benim ağırlığım…katlanmıştı ise daha ne yapsın.
Acil bir hastaya çare arar gibi, hemen internetten tamir için bir servis buldum. Sabah içi dışına çıkmış bir halde, onu kucaklayarak arabaya bindirdim. İş çıkışı servisi aradık. Karmaşık yollar ve çok sayıda tarif için açtığım telefonlar sonucu, servis elemanları bizi kapıda karşıladı (gerçekten kapıda bizim için park yeri tutuyorlardı) Onlarla hikayemi paylaştım. 16 senede onunla çalıştığım her sınavı kazandığımı anlattım. Sandalyem Bürosit’in ilk modellerindenmiş ( ileride vintage olur mu bilemem ama en eskisi olacağı kesin ).Döşeme kumaşının aynısını bulunca , komple yenilenmesini istedim. Serviste çalışan 3 usta ellerindeki işi bırakıp (o kadar çok telefon açtım ki, bizim hikayemizden ziyade, orayı bir daha bulamama ihtimalimi düşünerek) sandalyemle ilgilendiler. Eskiyen yüzü, erimiş , artık neredeyse toz olan süngerleri değişen sandalyem eski gençliğine dönmüştü.
Servisten ayrılırken sekreter , ‘size bir kartımız verelim’ dedi…Yok,hiç gerek yok… 15 yıl sonra  görüşürüz, diyerek ayrıldık..
Sandalyemi, ilk günkü şevkle evime getirdim…

MEME UCU ÇATLAĞI

Ay evet, bir kez cılk yara olacak, sonra iyileşince ağrı duymayacaksınız’ derdim yeni annelere. Demek kolay...O cılk yaranın insanın içine oturan ağrısı...

Ağrıdan elinizi süremediğiniz yarayı bebeğinizin ağzına vermeniz...O emdikçe ağrıdan gözyaşları süzülürken gözlerinizden, aklınızın sadece bebeğinize yeterli  süt verip vermediğinizde olması..

Ben de yaşadım en derininden bu acıyı...Doğru emzirme tekniğini yıllarca annelere öğrettim ki, bebeklerini doğru emzirsinler.. Hem meme ucu çatlağı olmasın, hem de bebeklere bol süt verebilsinler diye. Doğru da emzirsen, olacaksa oluyormuş bu meret..Cilt yapısı, memenin yapısı daha birçok faktör etkili..Neredeyse dünyada varolan çoğu kremi de kullansan, olacaksa oluyor.

Ağrıdan ağladığım da oldu birkaç kez..Ağlamayı kendime yediremediğimden, sonraları bir yöntem buldum..Öyle canım acıyordu ki, haykırsam yeriydi..Ben de dudaklarımı ısırıyordum bağırmamak için.

Sonraları etrafımdakilerle paylaşınca bunu, yine birçok kadının bunun yaşadığını, kimisi 40 gün, kimisi 3 ay ağlayarak emzirdiklerini söylediklerinde, yine şaşırdım. Her olağanüstü olayı, acıyı ‘ normal’ yaşayan kadınlara yine beni şaşırttı. Erkekler böyle bir acı yaşasalar, bebekleri 1 kez bile emzirmezler diye düşündüm.

Yeni annelere güzel bir temenni de bulunmak isterseniz, çelikten meme ucu dileyin.

Bir de anneden ayrılırken, ‘Hoşçakal’ yerine ‘Sütünle kal’ diyebilirsiniz... 

KADINLAR

Bu başlığı atarken düşündüm acaba anneler desem mi diye.. Yok, hayır anlatacağım dirayetli durumlar sadece anneleri değil , çoğu kadını kapsıyor..

Tıp fakültesi 3. sınıftayken Kadın-Doğum dersi başlamıştı. Pratik dediğimiz, klinikte yatan hastaları görüp, hasta başında yapacağımız dersler önünüzdeki yıllarda başlayacağından, dersi sadece teorik görüyorduk. Yani tüm konular sınıfta ders olarak anlatılıyor, hiç hasta görmüyor, muayene etmiyorduk. Kadın- Doğum derslerinde ilgimi en çok ‘normal doğum’ konusu çekti. Nasıl çekmesin ki, bir mucizenin nasıl gerçekleştiğini öğreniyordum. Dersime iyi çalıştıktan sonra, doktor olan babamdan yardım istedim.  Babam da İstanbul’da en çok doğumun olduğu bir hastanenin başhekimi olan bir arkadaşına beni götürdü ve gerekli izinler alınarak doğuma katıldım..

Normal doğumun ne kadar da ‘normal’ olmadığını, her doğumun bir ‘mucize’ doğum olduğunu, kadınların kendi canlarından can verirken ,bu mucizevi olayın ne kadar zor olduğuna şahit oldum. Benim için tam bir şoktu.. Hadi, kadınlar bilmeden bir kez hamile kalıyor, zorlu bir sonal bebeklerine kavuşuyorlar. Bu kadar acı-ağrı-gözyaşı-fiziksel değişim birarada yaşanıyor..Sonrasında... Tüm bu zor tecrübe unutuluyor.. kadınlar tekrar tekrar doğuruyorlardı...
Eve gidince ‘normal’ 3 tane doğum yapan anneme ‘ bu nasıl birşeydir?’ diye hayretle sorduğumda ‘ anne olunca anlarsın’ diye klasik bir cevap almıştım. O zaman, kadınların bu zor olayı neden daha fazla büyütmeyip, insanların bunu ‘normal’miş gibi algılamasına izin vermelerine,doğumun aslında zor olduğunu bastıra bastıra söylemediklerine, feminist yanımla isyan etmiştim.

Yıllar yıllar geçip Çocuk asistanı olunca, girdiğim normal ve sezeryan doğumlarda bebeğin ilk çığlığıyla çok ağlamışlığım vardır. Hala da bebek doğup muayene etmemiz için annesinin kucağından önce, benim kucağıma bebeği aldığımda gözlerim dolar, boğazım düğüm düğüm olur. Allah’a şükrederim.

Doğumdan sonra bebekleri, anneleri hastanede yatarken ben takip ederim. Anneler doğumdan sonraki günlerde yine mucizevi bir şekilde fiziksel acılarını-ağrılarını bir yana bırakıp bebeklerini beslemenin, süt vermenin derdine düşerler.. Yani doğumdaki kahramanca dünyaya bir insan getirmenin sefasını hiç sürmezler. Hemen ayaklanır, bebeklerine en iyi şekilde bakmaya başlarlar. Yine o kadar normal karşılanır ki bu durum .
Prensesler gibi bakılması gereken yeni anne, kalkıp, kendisini ziyarete gelen misafirlerini ağırlar!

Hastaneden çıkan yeni anne, hemen evde eski hayatına döner. Sezeryanmış, dikişmiş,kanamaymış, meme ucu ağrısıymış.. Hepsi hikaye...Bebekleri ilk haftada tekrar muayene etmek için çağırdığımızda yeni anne aslanlar gibi karşımızdadır..Uykusuz geceler, dimdik ayakta geçirilen günlere rağmen sapasağlam karşıma gelirler.

İşte doğadaki bu olağanüstü yaratıklar...Kadınlar...
Saygıyla sizi kucaklıyorum.